Bizim Edilgen Mutsuzluğumuz
- groundedreamer
- 6 Ara
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 7 Ara
Bu yazının hedef kitlesinin “genel okuyucu” olduğunu söylemek zor; zira bazı kişiler, fikir jimnastiği yapacağımız bu tanımla pek karşılaşmamış, hâliyle örneklerle empati kurma noktasında çok başarılı olamayabilir. Bazıları ise karakter olarak, bu şapkadan çıkan mutsuzlukların üzerinden kolayca geçip ilerleyebildikleri için çok fark etmemiş ve hâliyle üzerine kafa yormamış olabilir. Her hâlükârda, bir yerinden kesişim kümesi içine giren hemen herkesin, biraz derinlemesine düşününce aşağıdaki metaforları yorumlayacağı spesifik durumlar olmuştur.

Bile isteye girdiğimiz yollar vardır: aldığımız kararlar, seçtiğimiz yol ayrımları, rağmen açtığımız kapılar. Bir de bizim seçimlerimizden bağımsız, içine düştüğümüz durumlar vardır; üzerine kafa yormak, çözmek, savaşmak zorunda olduklarımız. Kendi özgür irademizle seçip ilerlediğimiz yollarda karşımıza çıkan engellerden çok daha fazla yorar bu durumlar bizi. Çünkü biz tercih etmemişizdir var oluşlarını; bizden bağımsız oradadırlar. Hâliyle üzerinde bir etki yaratma şansımız kendi seçerek girdiğimiz yollara göre daha az, belki hiç yoktur.
İlk ve en büyük zorluk, karşımızdaki zorluğun farkında olmayışımızdır. Çoğu kez bozuk pastadan gelen o ekşimiş tat gibi belirirler. Başta tabağımızdakini iştahla yerken fark etmeyiz; tadı ancak birkaç lokmadan sonra anlarız. Doğduğumuzdan beri bizimle olan doğum lekeleri gibidirler; küçükken çok anlamayız ama sonraları “Neden bende var, keşke geçebilse” demeye başlarız. Bazıları erken beyazlayan saçlarımızdır; birden ya da usulca belirirler. Bir daha da geri alınamazlar. Bazısı çantamızın içine yanlışlıkla düşmüş ince zincir bir kolye gibidir; öyle bir düğümlenmiştir ki, açamayacağımızı bile bile başlarız hunharca bir çözme seferberliğine. Bir gün mide ağrısı sanarız, ertesi gün karın sancısı, bir başka gün baş ağrısı… O doktordan bu doktora gideriz çözüm aramak için. Özel tedavi yöntemleri deneriz; yeni doktorlar, yeni yorumlar… Ama yine de işe yaramaz. Senelerce süren bir koşturma, bir uğraşlar silsilesi olarak kalır emeklerimiz, çabamız. Çaresizlikten, ne yapacağımızı bilememekten yoruluruz; takatimiz kalmaz. “O zaman” gelene kadar da bu döngü hep tekrar eder. Hani hep bir uzak tanıdığın başına gelen o hikâyeler vardır ya; genellikle en az ikincil çember tanıdıkları tarafından miş’li geçmiş zamanla anlatılan: “O geceden sonra tamamen değişmiş, bambaşka biri olmuş.” İyi de… Sahiden de bir gecede mi olur böyle büyük değişimler? Yoksa insanlar, yılların yaşanmışlıklarıyla ağırlaşmış tüm zorlukları sonlandırmak istedikleri koca bir dönemin son gününde, yeni kararlarının ilk gününü başlatarak mı atarlar o dönüşüm adımlarını?

Aslında çoğunlukla, bir gün plansızca, önce çare aramayı bırakırız. Acıyan yerimizi dinlemek yerine o eforu, ilgiyi, özeni başka bir yere çeviririz. Bu, aklımızın hâlâ ''o noktada'' olmadığı anlamına gelmez; ama elden gelen bir şey yoktur. Onca zaman zaten çabalamış ama yine de dindirememişizdir acıyı. Çözüm aslında aklımıza getirmediğimiz en basit olandadır. İnsan olmanın doğasına uygun olan, güneşe yaslayarak doğal akışına bırakmayı denemek, gücünün yetmediğini, hayat enerjini korumak için kendi haline bırakmak, akışa müdahale etmemek. Zamanla vücut eskisi kadar sinyal vermemeye başlar; verse de derinlerde bir sızı olarak kalır acı. Karın ağrısından günü yarıda kesip eve dönmek zorunda kalmayız.
Büyümek; tanım olarak hep belli bir yaş grubu için kullandığımız bir sözcük. Bebeklikten çocukluğa, çocukluktan ergenliğe, ergenlikten yetişkinliğe… Ama ergenlik sonrası tıkanıyor sanki; bir daha kullanmaz oluyoruz. Çünkü ergenliğini tamamlayan, yetişkin olan herkesi yetkin sanıyoruz. Büyümesi orada durmuş, bitmiş, tamamlanmış kabul ediyoruz. Hayli büyük bir yanılgı. Oysa bazı insanların büyümesi 35’te, bazılarının 45’te, bazılarının 55’te tamamlanıyor. Bazılarının hiç tamamlanmıyor. Bazıları ise tam tersine, fiziksel yetkinlikleri sürerken biyolojik olarak daha küçük yaşlarda yetkin olmayı, yetmeyi öğreniyor. Bir matematiği yok; lineer ilerlemiyor. Hayatın bizim payımıza ne sunduğu, bizim bu paydan ne kadarını aldığımıza göre farklılık gösteriyor.

Hafıza; her şeyi kaydeden o filmi bitmez kamera. Aklımızın içinde dönen onca yaşanmışlık, yüz, olay, mekân, şehir, sokak, şarkı… Kendi filmimizin her biri ayrı, her biri bize özel sahneleri. Ve onların bizi sürüklediği sonsuz rengârenk duygular. İnsan olmanın hem laneti hem lütfu hafıza. Onu nasıl yönettiğimiz, büyüme seviyemizi gösteren etmenlerden biri. Doğru yerde doğru sahneleri çıkarıp okuyabilmek, tekrara düşmemizi engelliyor. İhtiyacımız olan ne sürekli orada tutmak ne tamamen unutmak. İhtiyacımız olan, ilerlemek için taşıyamadığımız ağırlıkları bırakabilmek. Çünkü bazı ağırlıklar taşımamız için değil, yavaşça yere bırakmamız içindir. Bazı düğümler çözülmek için değil, artık elimizde tutmamamız için vardır. Ve bazı mutsuzluklar da geçmesi için değil, bize ait olmadıklarını görmemiz ve bu edilgen mutsuzluğumuzu kenara bırakıp mutlu olacağımız şeylere odaklanabilmemiz içindir.


Yorumlar